logo

M. Es'ad Coşan Hocaefendi’ye göre sıdk, sadakat ve doğruluk

İlim, fikir ve gönül önderi muhterem Mahmud Es’ad Coşan (Rh.A.) Hocaefendi’yi, dünyaya gelişinin yıldönümü olan her hicri yılın Safer ayının 13’ünde yâd etmekteyiz.


Merhum Es’ad Coşan Hocaefendi’yi farklı bir yönüyle anlamaya ve anlatmaya gayret edeceğiz. Kendileri, sadece numune-i imtisal hayatlarıyla değil, hakkı ve hakikati işaret eden hatta ihtar eden sözleri, büyük bir azimle belirledikleri ideal dünyaları, hedefleri, alışkanlıkları, yaşam biçimleri, ibadetleri, dünyaya ve ahirete bakış ve anlayış biçimleri incelenerek irşad olunacak, takip edilerek kurtuluşa erilecek mübarek bir Allah dostudur. Sayılacak pek çok vasıfları, taşıdıkları çokca sıfatları bulunmasına rağmen muhterem ve merhum M. Es’ad Coşan Rahmetullahi aleyh sevgi dolu yüreklerin kandili ve biricik önderidir.


Es’ad Coşan Hocaefendi, bütün hayatı boyunca Hakk’ın, hakikatin, adaletin, asaletin, ilmin, irfanın, hizmetin, gayretin, sebatın, istikrarın mümessili olmuştur. Yazdıkları ve söyledikleri hala insanları doğru yola kılavuzlayan birer kaynak olmasının yanında, hatıralarda ışıldayan hayat manzaraları dilden dile dolanan ümid ve azmin, ihlâs ve sadakatin en gerçek levhalarıdır.

Merhum ve muhterem M. Es’ad Coşan Hocaefendi’nin tekrarlarından biri Ziya Paşa’ya ait şu beyittir:

İnsana sadakat yaraşır görse de ikrah

Yardımcısıdır doğruların Hazreti Allah.


Hayatını iki satırda özetlemek icab ederse söylenebilecek bu beytin yanında o Resulullah Efendimizin şu hadisini her müslümana örnek olacak biçimde prensip edinmiştir:

Sev­gi­li Pey­gam­be­ri­miz (sal­lal­la­hu aley­hi ve âli­hî ve sel­lem) haz­ret­le­ri bir ha­dîs-i şe­rîf­le­rin­de bu­yur­muş­lar ki:

Emin­li­ği, gü­ve­nir­li­li­ği (ema­ne­ti) ol­ma­ya­nın ima­nı yok­tur; ah­di­ne ve­fa­sı, ver­di­ği sö­zü­ne sa­da­ka­ti ol­ma­ya­nın di­ni yok­tur.”

Bu hadis-i şerif mucibince hayatını yaşamış ve bu çerçevede uyarılar, ihtarlar, teşvik ve önerilerde bulundu. Sadece kitaplarından hareketle derlenen şu başlıkları okumak, kendisinin hak ve hakikat sevgisine, onu takip etmedeki azim ve gayretine, Müslümanları da hakikate çağırmada ne denli titiz bir yol takip ettiğini ifadeye yetecektir:

Hakka ve İnsafa Davet; Gerçek İslâm’a Geliniz; Asıl Suçlu, Allah İndinde, Kilise Teşkilatlarıdır; Şeriata Övgü ve Saygı, Çünkü Şeriat İslâm Dini Demektir; Neredesin Ey Gerçek Adalet; Şerre Alet Olma, Hakka Destek Ol! Sözü Anla, Tam Uygula; Tehlikeden Korkma, Hızla Savunmaya Hazırlan; Sözde Kemalistlerin Seçim Saptırması; Arş Yiğitler, Vatan İmdadına; İslâm’a Bigâne Yığınlar; Kasıtlı ve Azılı Düşmanlar; Tasavvuf ve Tarikatin Hakikati; Darbe Tahrikçilerine Dikkat; Akl-ı Selîme ve İnsafa Davet; Yeis Yok, Gevşeme Yok, Korkmak Yok; İyi Niyetli, Tarihî Bir Uyarı; Tüm Dost ve İhvana Çok Ciddi İhtar…

Es’ad Coşan Hocefendi’nin bu makaleleri, yazıldıkları dönemin gereklerine göre kaleme alınmış, halkı irşad ve uyarı mahiyeti taşıyan son derece önemli yazılardır. Kritik dönmelerde, kritik yazıları ile belki hayatını dahi riske atacak sözler sarf edişinin sebebi hakkın ve hakikatin duyurulması ve yaygınlaştırılması çabasının ürünüdür. İslam Mecmuası’nın Kasım 1996’daki nüshası için kaleme aldığı “Hakkı Bulmak, Hakkı Sevmek, Hakka Uymak Gerek!” başlıklı makalesinde şu tarifi yapar:  

Bir in­sa­nın ‘doğ­ru’ ha­re­ket ede­bil­me­si için ön­ce ‘doğ­ru’nun ne ol­du­ğu­nu bil­me­si ge­rek... Hak­kı, ha­ki­ka­ti, doğ­ru­yu, iyi­yi, uy­gu­nu, mü­na­si­bi, mü­te­na­si­bi ara­mak, bul­mak, say­mak, sev­mek, teb­cil et­mek, baş ta­cı ey­le­mek, reh­ber edin­mek her ol­gun, er­gin, bil­gin, bil­ge, er­dem­li, de­ğer­li ki­şi için en baş­ta ge­len şart­tır. Bu çok bü­yük bir ni­met, çok ulu bir dev­let ve sa­adet­tir; çok mu­az­zam bir ser­vet, çok muh­te­şem bir âtı­fet ve ina­yet­tir. Ne mut­lu hak­kı bi­len­le­re, doğ­ru­yu tem­yiz, tef­rik ve tak­dir ede­bi­len­le­re!...”


Özendirici ifadelerinin ardından Es’ad Coşan Hocaefendi doğrudan Müslümanlara hitap ederek:
Bey­ler! Lüt­fen bi­raz cid­di ve tu­tar­lı ol­ma­ya ça­lı­şın! Var gü­cü­müz­le ça­lış­ma­lı­yız ki her­kes hak­kı ve doğ­ru­yu bil­sin; bi­lin­ce de ona uy­sun![1] sözleri ile herkesi hakikate hizmete çağırmaktadır ki şartları bir hayli ağırdır:

“Ken­di­si­nin ve­ya ebe­vey­ni­nin ya da ak­ra­ba ve ehib­ba­sı­nın aley­hi­ne bi­le ol­sa, hak­tan, doğ­ru­luk­tan, ada­let­ten as­la ve kat’a ay­rıl­ma­ya­cak, ger­çe­ği acı da ol­sa söy­le­ye­cek, za­yıf da ol­sa­lar ma­sum­la­rın, hak­lı­la­rın ya­nın­da yer ala­cak, hak­sı­zın ve za­li­min kar­şı­sı­na di­ki­le­cek­tir. Hat­ta ci­ha­dın en üs­tü­nü, en se­vap­lı­sı, za­lim sul­ta­nın kar­şı­sın­da hak sö­zü ça­tır ça­tır söy­le­mek­tir ve me­se­la, mü­te­keb­bi­rin kar­şı­sın­da ezi­lip bü­zül­me­mek, bi­la­kis onun had­di­ni bil­me­si­ni sağ­la­mak için kar­şı­lık ve ce­za ola­rak te­keb­bür gös­ter­mek sa­da­ka­dır.[2]


Tarihî ve İslamî kayıtlarda mevcuttur ki Resulullah (sas) Efendimiz’in emin ve güvenilir oluşu, yalan ve aldatmada uzak bulunuşu İslam’ın yayılmasında büyük bir kolaylık sağlamıştır. Emin ve güvenilir olmak her dönemde beklenilir ve aranır bir özelliktir ve her Müslüman da Resulullah Efendimizi takip etmek mecburiyetindedir. Es’ad Coşan Hocaefendi, makalelerinde sık sık doğru ve sadık olmanın önemiyle ilgili uyarılar yapmaktadır:

“Kale gibi sapa sağlam, sözü senet, imzaya lüzum yok; ne derse doğru, hiç doğrudan ayrılmayan insanlar olmamız lâzım!.. Yalan söylememiz lâzım, dobra dobra olmamız lâzım!.. Bunları yapamazsak, o zaman duvarın bir tanesini yukarıya kadar çıkartıyoruz, öteki duvarlar eksik kalıyor demek...

Al­lah doğ­ru söz­le­ri se­ver. Ma­dem öy­le, o hal­de be­ni do­kuz köy­den kov­sa­lar, onun­cu köy­den kov­sa­lar bi­le doğ­ru­yu söy­le­rim.[3]

“Bugünün insanı sözünde durmuyor, ahdine sadık değil, vaadine sadık değil, randevusuna sadık değil, borcuna sadık değil. Ne biçim Müslümanlık bu? Müslümanca yaşama olacak. Müslümanca muamele olacak. Allah’a teslim olan insanın her şeyi müslümanca olacak.[4]


Doğru sözlü olmak aynı zamanda ahde vefayı da gerektiren bir niteliktir. Bu sebeple doğru sözlü olan ve doğruları söyleyen bir kimseye ahdine de vefalı olmak yaraşır. Merhum Hocaefendi bu konuda çok ciddi uyarılar yapıyor:

“Sözüne sadık mısın, ahdine vefalı mısın?.. Özün doğru mu, işin doğru mu, hileden uzak mısın?.. Sana yapılan emanete hıyânette bulunuyor musun?.. Konu-komşuya yan bakıyor musun, namus meselesinde şöyle misin?.. Merhametin nasıl, adaletin nasıl, çoluk-çocuğuna muamelen nasıl?.. Komşularına muamelen nasıl?..

İşte bunlarla sen Müslümansın. Her şeyinle Müslümansın. Yoksa klasik mânâda İslâm'ın temeli beştir, imanın esası altıdır sözü sizi yanıltmasın! Sadece namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek, hacca gitmek, kelime-i şehadet getirmek değil, İslâm'ın pek çok temelleri vardır. İslâm bir bütündür, bir tarafını alıp öbür taraflarını bırakmakla ahiret saadeti kazanılmaz. [5]


Muhterem Mahmud Es’ad Coşan Hocaefendi sohbet, konferans ve yazılarında sık sık tarihi vakıalara temas etmeyi teamül haline getirmiştir. Bu tutumu, tarihi gerçeklerin hem Müslümanlarca doğru öğrenilmesini hem de müşahhas örnekler vesilesiyle konunun daha iyi kavranmasını sağlıyordu. Vefa ve doğruluk konularında verdiği şu örnek bunlardan biridir:

“Baron De Büsbek diye bir Hollandalı seyyah gelmiş, Kanûnî devrinde... Kanûnî devrini anlatıyor. İstanbul'un manzarasını, halkın halini, ahlâkını, alış verişini ve sâiresini kitabında, hatıralarında anlatıyor. Müslümanların çok dürüst olduğunu, temiz olduğunu, sözlerine sadık olduğunu, güvenilir olduğunu söylüyor ve ‘Bir Müslüman size şunu şöyle yapacağım diye söz vermişse, tamam demişse, sözü sözdür. Yazılı bir senet olmasa bile dediğini yapar, çünkü sözlerine sadıktır onlar’ diyor. "Ama bir gayrimüslimle anlaşma da yapsan, yine seni aldatır, hile yapar, ona itimad edilmez!" diye de ekliyor Hollandalı seyyah...[6]


Vefa terim olarak, tabir olarak ahde vefâ; insanın vermiş olduğu bir sözüne, bir ahdine, bir anlaşmasına vefâ göstermesi demektir. Ahdini çiğnememesi, sözünden dönmemesi, verdiği sözü tutması demektir. Ahde vefâ önemli bir vasıftır.[7] Özellikle Allah Teâlâ Hazretleri’ne verilen sözün ehemmiyeti hiçbir şeyle ölçülemez. Öyleyse kullarının en büyük vefâ borcu Allah'adır. Merhum Es’ad Coşan Hocaefendi ahde vefayla ve teslimiyetle ilgili sınırları çizer ve bir misalle bu teslimiyeti anlatır:   

“Biz Allah'la ahdetmişiz, ‘Sana iyi kulluk edeceğiz!’ demişiz. Bu ahdimize riayet etmezsek olmaz. Ahid bozulmuş olur, sözünde durmamak olur. En büyük sözümüz Allah'adır.[8]

“Müs­lü­man Al­lah’a tes­lim ola­cak­tır. Za­ten tes­lim ol­mak de­mek­tir Müs­lü­man­lık. Ne ya­pa­cak? ‘Ben ken­di­mi Al­lah’ın em­ri­ne tes­lim et­tim; ne der­se onu ya­pa­ca­ğım, ne bu­yur­du ise ho­şu­ma git­se de git­me­se de ra­ha­tım kaç­sa da kaç­ma­sa da mem­nun ol­sam da ol­ma­sam da...’

Sa­ha­be­den bir zât gel­di, eli­ni sık­tı Efen­di­mizin; so­ru­yor, sa­mi­mi... De­di ki, ‘Ya Re­sû­lal­lah! Sa­na be­yat edi­yo­rum. Tâ­bi olu­yo­rum sa­na, em­ri­ne gi­ri­yo­rum ya Re­sû­lal­lah. Bi­at edi­yo­rum sa­na. Yal­nız, be­nim on ta­ne de­vem var. Ai­lem ka­la­ba­lık, bun­la­rın süt­le­ri an­cak ye­ti­yor ba­na. Ben­den ze­kât is­te­me. Ze­kât mü­kel­le­fi­ye­ti­ni kal­dır ben­den…’ Sa­na tâ­bi ola­ca­ğım, her de­di­ği­ni ya­pa­ca­ğım ama ze­kâ­tı ben­den is­te­me, pa­ra is­te­me di­yor ya­ni. Bir de ‘Be­ni ci­had­dan da mu­af tut’ de­di. Efen­di­miz onun eli­ni tut­tu, ‘Ze­kât ol­maz­sa, ci­had ol­maz­sa Müs­lü­man­lık na­sıl olur?’ O ka­dar çok tek­rar­la­dı ki bu so­ru­yu, olur mu hiç öy­le şey mâ­na­sı­na... O za­man adam­ca­ğız bir an dü­şün­dü; ‘Ben Re­sû­lul­lah’ın kar­şı­sın­da neyin pazarlığını yapıyorum’ diye. ‘Her şar­ta ra­zı­yım ya Re­sû­lal­lah. Ya­ni öl de­sen öle­ce­ğim, ver de­sen ve­re­ce­ğim. Aç kal de­sen ka­la­ca­ğım. On de­vem var, ver de­sen ve­re­ce­ğim. Ta­mam, her şe­ye ra­zı­yım...’ İş­te İs­lâm bu, tes­li­mi­yet bu..."


Allah Teâlâ sadık kullarını çeşitli imtihanlardan geçirir, onu sınar, çe­şit çe­şit zor­luk­lar çıkararak kulunun sağlam bir iman kalesi gibi durmasını arzu eder. Şeytan ve nefsin saldırılarına rağmen sarsılmadan durmasını, gelen her tazyike direnç göstermesini, bütün bunları yaparken de razı olmasını, razı kalabilmesini görmek ister. Bu sadakatı, teslimiyeti yine bir misalle anlatıyor Es’ad Coşan Hocaefendi:

“Al­lah (cel­le ce­lâ­lüh), sa­dık kul is­ti­yor, sa­dık! Al­lah se­lim bir kalp is­ti­yor, sa­dık bir in­san is­ti­yor. Te­miz iç­li, tam tes­li­mi­yet­li, tam bağ­lı bir in­san is­ti­yor. Sen Al­lah’a tam bağ­lı mı­sın?

Bak, vaktin birinde der­viş­ler­den biri­ni ya­ka­lı­yor­lar, bu iş­le­ri bi­len âlim bir zâ­tı ya­ka­lı­yor­lar. ‘Sen ca­sus­sun’ di­yor­lar, ‘Öbür ül­ke­den bu­ra­ya gel­din, içe­ri­yi öğ­re­nip ha­ber gö­tü­re­cek­sin. Ta­mam, gel ba­ka­lım. Ke­sin ka­fa­sı­nı...’ Ca­sus fa­lan de­ğil adam… İş­te sey­yah, ora­dan gel­miş bu­ra­ya, bu­ra­dan da öbür ta­ra­fa gi­de­cek ama şüp­he­len­di­ler. Ke­se­cek­ler ka­fa­sı­nı. El­le­ri­ni bağ­la­mış­lar, cel­la­dın önü­ne gö­tü­rü­yor­lar, ka­fa­sı­na bir bal­ta ine­cek, en­se­sin­den ka­fa­sı ke­si­le­cek. Ölüm kor­ku­sun­dan in­san ne ya­pa­ca­ğı­nı şa­şı­rır, yü­re­ği küt küt atar. Adam di­yor ki ken­di ken­di­ne, ‘Ey nef­sim! Sen ev­vel­ce Al­lah’a tes­lim ol­mak­tan bah­se­der­din, her hali­ne ra­zı­yım, ka­de­ri­ne ra­zı­yım; ne tak­dir et­miş­sen ra­zı­yım, iyi­lik de gel­se, kö­tü­lük de gel­se, ben Al­lah’tan gel­di­ği için iti­raz et­mem der­din! Böy­le şey­ler söy­ler­din. Şim­di bir yan­lış­lık ya­pı­lı­yor, hak­sız ye­re se­nin ka­fa­nı ke­se­cek­ler. Bu­yur iş­te, gör­dün mü? Ka­der ama kel­len gi­de­cek, iş­te bu­na da ra­zı mı­sın?’ Şöy­le bir içi­ni yok­la­mış. Nef­sin­den ba­ka­lım, ‘Olur mu öy­le şey, da­ha ya­şa­ya­cak­tım, ço­luk ço­cu­ğu ev­len­di­re­cek­tim, yüz ya­şı­nı ge­çe­cek­tim...’ İn­sa­nın için­de ne­ler, ne ar­zu­lar var de­ğil mi? Aca­ba içer­den ne ses ge­le­cek? Ba­kı­yor ki ra­zı. ‘Ne ola­cak be, can de­di­ğin ne­dir? Bir gün na­sıl ol­sa öle­ce­ğiz. Eh öm­rü­müz bu ka­dar­mış, Al­lah iman­dan ayır­ma­sın’ di­yor içi! Tes­lim, ra­zı... Hiç öy­le iti­ra­zı fi­lan yok, ölü­mün­den kor­ku­su yok. Gö­tür­müş­ler cel­la­dın kar­şı­sı­na ka­dar. Bi­ri ses­len­miş, ‘Dur! Hak­sız­lık olu­yor, yan­lış­lık olu­yor, bu­nu ta­nı­yo­ruz, bu iyi bir in­san­dır.’ Kur­tul­muş.

Kur­tul­muş ama bir sö­zü çok ho­şu­ma gi­di­yor: ‘Val­la­hi’ di­yor, ‘Val­la­hi ka­fa­mın ke­sil­me­sin­den ha­la­sı­ma (kur­tul­ma­ma) de­ğil, o an­da­ki ihlâsıma se­vi­ni­yo­rum’ diyor…”[9]


Muhterem Mahmud Es’ad Coşan Hocaefendi, İslam’ın bir bütün olduğunu, Müslümanın ise onu bütünüyle kabul etmesi gerektiğini söyler. Mü’minlerin İslam’a, onu zedelemeden, bozmadan, eksiltmeden, azaltmadan yani tam ve dosdoğru olarak inanması gerektiğini dine gösterilen sadakat olarak değerlendirir. Bu konuda önemli uyarılar yapar:

“Bid'at yok, sünnet var, Peygamber Efendimiz'in inandığı şey var... Peygamber Efendimizin zamanında olmayan uydurma iş yok... Dinimizin aslına uyacağız, asilliğini bozmayacağız. Sadakat göstereceğiz, dinimizin özünü değiştirmeyeceğiz. Giyimde, kuşamda, ahlâkta, ibadette, tâatte eksiltme, çıkartma yapmayacağız.[10]

“İs­lâm’ın en asil, en di­na­mik, en mü­kem­mel ve en mo­dern din ol­du­ğu ar­tık gün gi­bi âşi­kâr. As­rı­mı­zın ilim­de, tek­no­lo­ji­de, fi­lo­zo­fi­de en ile­ri olan ül­ke­le­rin­de ye­tiş­miş bil­gin­ler ve araş­tı­rı­cı­lar, de­rin in­ce­le­me­ler ve kök­lü mu­ka­ye­se­ler so­nun­da fevc fevc İs­lâm’a ko­şar­lar­ken, bi­zim sa­hip ol­du­ğu­muz bu ha­zi­ne­yi el­den ka­çır­ma­mız dün­ya ve âhi­ret­te en bü­yük hüs­ra­na se­bep ola­cak­tır. Hem ve­fa­lı ve sa­dık, şu­ur­lu ve ide­alist Müs­lü­man­lar ol­ma­lı, di­ni­mi­zi çok iyi öğ­ren­me­li; hem de ar­tık ka­bu­ğu kı­ra­rak dış dün­ya­ya açıl­ma­lı, bi­zi se­ven ve sa­yan­lar­la sağ­lam alâ­ka­lar kur­ma­lı­yız; var­lı­ğı­mı­zı sür­dür­me ve üs­tün ba­şa­rı­la­ra ulaş­ma­mız bun­la­ra bağ­lı gö­rü­nü­yor.[11]


Allah Teâlâ Hazretleri’nin kullarına bir mesuliyet olarak, kendi manevi faydalarına olmak üzere yükümlülükler vermiş ve bunlar ibadet olarak isimlendirilmiştir. Allah’ın sınırlarına riayet ederek, aralarındaki sözleşmeye sadakat gösteren Müslümanlar bu vefalarının eseri olarak başkalarının da güvenini kazanırlar. Es’ad Coşan Hocaefendi’nin dilinden bir kıssayı bu sırada nakletmek uygun olacaktır:

Bir çocuk gördüm; delikanlı, onbeş yaşında...

‘- Sen kimsin evlâdım?’ diye sordum.

‘- Ben Erzurumluyam...’ dedi.

‘- İyi mâşâallah... Ne diye geldin buraya, anan baban burada mı?..’

‘- Anam babam Erzurum'da... Çalışmaya geldim ağabey...’ dedi.

‘- İyi... Allah hayırlı iş versin...’ filân dedik.

Biz orada konuşurken o genç ayrıldı. Biraz ilerden ayakkabı boyama sandığı aldı, omuzuna taktı, gidecek... Ben müteahhid arkadaşıma dedim ki:

‘- Bak, alacaksan bu arkadaşı yanına işçi al’ dedim.

‘- Niye?’ dedi.

"- Çünkü bu çocuk Erzurum'dan kalkmış, Adapazarı'na gelmiş. Babası yok, annesi yok, tanıyan hiç bir kimse yok amma, gençliğine rağmen vefâ gösteriyor, namazını kılıyor. Bu çocuk vefâlı, bundan sana hayır gelir. Bunu sen müessesene alırsan, sen buna kasanı emanet edebilirsin, işini emanet edebilirsin. Bak, Allah'a olan vefâsını bozmamış. ‘Baba yok, ana yok, kimse görmüyor’ demiyor, ‘Üstüm eski, püskü...’ demiyor, namaz kılıyor dedim.”


Pek değerli Hocamız M. Es’ad Coşan (rahmetullahi aleyh) Hakk’ın yanında olmayı,  hakikati bilmeyi ve onu takip etmeyi Allah’a gösterilecek sadakatin bir gereği, zorunluluğu olarak kabul eder:

“Ger­çek İs­lâm, Kur’ân-ı Ke­rîm ve ha­dîs-i şe­rîf Müs­lü­man­lı­ğı­dır. Ger­çek İs­lâm, Ehl-i Sün­net ve’l-Ce­ma­at Müs­lü­man­lı­ğı­dır. Ger­çek İs­lâm, za­ma­ne Müs­lü­man­lı­ğı de­ğil ‘Sa­ha­be Müs­lü­man­lı­ğı’dır; devr-i ce­hâ­let de­ğil, ‘Asr-ı Sa’âdet Müs­lü­man­lı­ğı’dır. Ger­çek İs­lâm, tak­va ve ihlâs, ih­san ve ir­fan yo­lu­dur. Ger­çek İs­lâm, il­miy­le amil, ha­ki­kî âlimlerin, âşık-ı sâ­dık arif­le­rin yo­lu­dur.

İl­me ve ir­fa­na, ha­dis ve Kur’an’a sırt çev­ri­le­rek, ta­sav­vu­fun, ne­fis ter­bi­ye­si­nin kar­şı­sı­na çı­ka­rak, dün­ya­nın, mev­ki ve ma­ka­mın pe­şin­de ko­şa­rak, ne­me­lâ­zım­cı­lık­la, din­de ba­tıl te­vil ve in­di yo­rum­la, kı­sır bil­giy­le, tak­li­di iman­la, kuş ka­dar be­yin­le, fötr ve kra­vat­la, si­nek­kay­dı tı­raş­la, ütü ve bo­yay­la, ri­ya ve sü­may­la, ca­hil­ce iç­ti­hat­la, fî ğay­ri se­bî­lil­lâh ci­had­la hiç­bir ha­yır­lı so­nu­ca ula­şı­la­maz. Böy­le­si­ne bur­nu­nun doğ­ru­su­na gi­den­ler, so­nun­da mu­az­zam hüs­ra­na ve çok bü­yük za­rar ve zi­ya­na uğ­rar­lar. O hal­de: Ey bî­ça­re za­ma­ne müs­lü­man­la­rı! Ak­lı­nı­zı ba­şı­nı­za alı­nız, Al­lah’tan hak­kıy­la kor­ku­nuz. Al­lah’ın di­ni­ne, hiz­me­te ko­şu­nuz![12]


Merhum Es’ad Coşan Hocamızın bu sözlerine ilave olarak “ehl-i İslam olmasa bile hakikati arama vasfına sahip insanların hakikati bulacaklarına” dair şu ifadesini de aktaralım değerli dinleyenler:

“En bü­yük var­lı­ğı­mız, en bü­yük gü­cü­müz İs­lâm. Bu te­miz iti­kat ve asil iman­la, bu şa­hâ­ne şe­ri­at ve ila­hî ah­kâm­la, de­ğil sa­de­ce ırk­daş ve din­daş­la­rı­mı­zı; dü­rüst ve sa­mi­mi olan, hak­kı ve ha­ki­ka­ti ara­yan tüm dün­ya ırk­la­rı ve mil­let­le­ri­ni ka­za­na­bi­li­riz.[13]


Muhterem Es’ad Coşan Hocaefendi’nin en önemli özelliklerinden biri hizmeti ve hizmet faaliyetlerini son derece geniş bir alana yaymasıdır. O, hizmet kelimesi en geniş anlamı ile izah eder, mahlûku canlı ve cansız, ferd veya topluluk olarak ayırt etmeden her yaratılmışa hizmet ulaştırmanın gerekliliğini savunurdu. Özellikle, kendi kalarak, şahsi ve milli özelliklerini muhafaza ederek bütün insanlara hizmet götürmeyi mühim bir vazife olarak gören
merhum M. Es’ad Coşan rahmetullahi aleyh, yabancı memleketlerde yahut çeşitli vesilelerle memleket içine kadar girmiş yabancı kültürlerle mücadeleyi İslam’a gösterilmiş sadakat olarak değerlendirerek diyor ki:

“Ey üm­met-i Mu­ham­med! Ehl-i küf­re özen­me­yin; on­la­rı bo­şu bo­şu­na, kö­rü kö­rü­ne tak­lit et­me­yin; ya­şam, gi­yim ku­şam, örf-âdet, zevk-sa­fa­hat ko­nu­la­rın­da on­la­ra as­la ka­pıl­ma­yın; Al­lah’ın rı­za­sı yo­lu­na dö­nün, di­ni­ni­zin ah­kâ­mı­nı ek­sik­siz uy­gu­la­yın; İs­lâm ah­lâ­kı­na sa­rı­lın; İs­lâm’ı, nef­si­niz­de, ai­le­niz­de, çev­re­niz­de, ce­mi­ye­ti­niz­de en gü­zel tarz­da tem­sil et­me­ye, iç­ten ya­şa­ma­ya ve ya­şat­ma­ya ça­lı­şın, en kü­çük bir mo­tif ve de­ta­yı bi­le özen­le uy­gu­la­yın; İs­lâm’ı na­di­de bir an­ti­ka gi­bi ko­ru­ma­ya alın, onun gü­zel­lik­le­ri­ni çev­re­ni­ze fi­ilen gös­ter­me­ye, li­sa­nen tat­lı tat­lı an­lat­ma­ya ça­lı­şın; İs­lâm ima­nı­nı tüm dün­ya­ya yay­ma­ya; küf­re, şir­ke, is­ya­na, gü­na­ha, şey­ta­na, re­za­le­te, se­fa­ha­ta, de­niy­ye­te ga­lip ve üs­tün kıl­ma­ya var gü­cü­nüz­le gay­ret edin![14]


Varlığı koruyabilmek ve geleceği muhafaza edebilmek, ona doğru ve uygun şekli vermekle, geçmişle ve ecdadla ilişkileri sürdürebilmekle alakalıdır. Ecdada sadakat göstermeyi farklı biçimde tanımlayan
merhum M. Es’ad Coşan Hocaefendi, bu konuya dair şu görüşlerini şu suallerle ortaya koyar:

“Ço­cuk­la­rı­mız, hal­kı­mız, şan­lı ta­ri­hi­mi­zi, za­fer­le­ri­mi­zi, dost­la­rı­mı­zı, düş­man­la­rı­mı­zı, me­fa­hi­ri­mi­zi bi­li­yor mu? Ec­da­dı­mı­zın ide­al­le­ri, ah­lâ­kı, asa­le­ti, bü­yük­lü­ğü, de­ğe­ri mâ­lum­la­rı mı? Köy ve ka­sa­ba­la­rı­mız, iç­le­rin­den ye­tiş­miş meş­hur­la­rı, âlimleri, ga­zi­le­ri, şe­hit­le­ri anı­yor mu, on­lar için abi­de­ler ya­pıl­mış mı? To­run­la­rı on­la­rı is­men bi­li­yor ve ken­di­le­riy­le if­ti­har edi­yor mu? Ruh­la­rı­nı şâd ede­cek me­ra­sim­ler, an­ma­lar, ha­tim­ler, Fa­ti­ha­lar, mev­lit­ler ic­ra edi­li­yor mu? Bu ye­ni ne­sil­ler, es­ki bü­yük­le­ri­mi­zin va­tan, mil­let, Hak, ha­ki­kat, sev­gi ve say­gı­sı­na ay­nen sa­hip­ler mi? Yok­sa de­je­ne­re ve koz­mo­po­lit, bo­zuk ve çü­rük bir hâ­le mi düş­müş­ler? Fa­tih Sul­tan Meh­med Han yir­mi iki ya­şın­da çağ ka­pa­mış, çağ aç­mış, mu­az­zam bir gü­cü yen­miş, İs­tan­bul’u, Trab­zon’u, Mo­ra’yı, Bal­kan­la­rı fet­het­miş, şim­di­ki yir­mi iki ya­şın­da­ki­ler ney­le meş­gul­ler?[15]


Muhterem M. Es’ad Coşan rahmetullahi aleyh’e göre ecdada vefa ve sadakat sadece onları tanımak ve bilmek değildir. Anne babaya veya dedelere olduğu gibi ecdada sadakat onların yarım bıraktıkları işleri tamamlamak ve korumaktır. Atasından yadigâr kalanı muhafaza etmekten aciz kalmak, yarım bir işi tamamlayamamak acizliklerin en büyüğü olsa gerektir.

“Muhterem kardeşlerim, iyi bir işi, başlattığı bir işi, yaptığı bir ibadeti devam ettirmek, kurmuş olduğu bir vakfı devam ettirmek, kurmuş olduğu bir hayırlı derneği devam ettirmek, başlattığı bir hayırlı çalışmayı devam ettirmek; bu çok önemli!.. Sebat deniliyor buna, yâni sağlam, kaymıyor ayağı, düşmüyor oradan...

İşte sebat etmek... Sebat, güzel ahlâktan bir tanesidir. Sebatkâr olmak, dönek olmamak... İşi yarım bırakmak olmaz, işi devam ettirecek. Ne zamandan beri? Tâ, Peygamber-i Zîşanınımızdan beri bu böyle... [16]


Es’ad Coşan Hocaefendi bu sözlerinde hem ecdada sadakat, hem de üstlenilen yahut başlanılan işe sadakat gerektiği görülüyor. İşe ve görevlere gösterilecek sadakat bu sözlerden hareketle onun hakkını vermek, yarım bırakmamak ve tamamlamak olarak tanımlanabilir. Tekrar ecdada sadakat konusunda söylemiş oldukları söze dönersek bu defa ecdadın yadigârlarını, eserlerini korumanın önemine binaen şu sözlerini aktarmak gerekecektir:

“Şimdi bizde kitaplar çalınıyor, müzeler çalınıyor, mezar taşları çalınıyor, neredeyse camiler çalınacak. Bir de bakacaksın, falanca cami yok; çalınmış, hırsızlar başka bir ülkeye kaçırmışlar meselâ... Bakarsın teknikleri gelişir, hırsızlar bunu da yaparlar. O hale geldi. Her şeyi korumak çok önemli. Vefalı olacağız, sadık olacağız.[17]


Muhterem Hocamız yabancı memleketlerde inancı ve kültürü, gelenek ve görenekleri muhafaza etmenin de ecdada sadakat duygusundan kaynaklandığını söyler:

“Burada bir cemiyet kurmuşsunuz. Yanına bizim kültürümüzün vazgeçilmez parçası olan, imanın sembolü camiyi koymuşsunuz. Bu bir vefâdır, güzel bir jesttir. Birçok kimse bu vefâyı gösteremiyor. Birçok millet entegre oluyor, eriyor, kayboluyor. Mazisini, atasını, ecdadını, tarihini unutuyor. Ama unutmamak bir vefâdır, güzel bir huydur.[18]


Doğruluğu her sözünde, her konuşmasında, her konferans veya yazısında daimi surette tenbih eden Es’ad Coşan Hocaefendi, ilim erbabı bir kimse olarak da doğruluğun önemine bir başka açıdan ışık tutmaktadır. İlim ehlinin vazifesi halkı Hakk’a ve hakikate ulaştırmaktır. Bahis konusu olan ilahi hakikat olmakla birlikte ilmi hakikattir aynı zamanda. Ön yargılar, yanlı bakış açıları, bilinçli yanıltmalar ise hakikatin en büyük düşmanıdır Hocaefendi’ye göre:

“Lütfen ön yargılarla meselelere bakmayın! Bilim adamı olarak yaklaşın!.. Net olarak olayları çözmeye çalışın! Problemin sonucunun doğru çıkıp çıkmadığını sağlamaya gayret edin, doğruyu bulmaya çalışın!.. Çünkü İslâm'da en kutsal kavramlardan birisi doğruluk kavramıdır, hak ve hakikat kavramıdır. Ondan sonraki kavramlardan birisi de adalet kavramıdır…. Onun için gerçekleri arayın! Yâni onun bunun sözüyle, propagandasıyla hareket etmeyin!.. Lütfen gazete, mecmua ve televizyon münevveri olmayın! Araştırma yapın!.. Sahte münevver olmayın, sahte aydın olmayın; hakîkî aydın olun!.. Meselelerin özel çözümlerini de kendiniz değerlendirin!.. Yâni özel olarak kendinizin zihninizi, muhakemenizi, tefekkürünüzü kullanarak sonucu değerlendirin!.. Görüşünüzün ne olduğunu, bir tartın ve bunun için de kendinize mutlaka belge isteyin, delil isteyin![19]


Muhterem Es’ad Coşan Hocamız sadakati illimle bağdaştırdığı gibi ilerleme ve gelişmeyle de bağdaştırıyor. Ahde ve söze vefasızlığı, doğruluktan uzak olmayı, sözünde durmamayı, işine, mesaisine sadık olmamayı ilerlemenin önündeki engeller olarak görüyor. Hocaefendi yeni bir dürüstlük anlayışı geliştiriyor; kendine karşı sadık ve dürüst olmak…

“Hak yolda olduğumuz için, namaz kıldığımız için, tesbih çektiğimiz için, kalbimizde niyetimiz iyi olduğundan, kendimizi iyi sanıyoruz. Kendimizi iyi sandığımız için de, kusurlarımızı araştırmıyoruz. Karşı tarafın bize karşı düşmanlığındaki haklılık taraflarını düşünmüyoruz. ‘Bu bize imanımızdan dolayı düşman!’ deyip, kendimizi düzeltmek ve geliştirmek fırsatını kaçırıyoruz.

Şu net olarak ortada değil mi?.. Dün akşam oturduk ve bir takım arkadaşlarla ittifak ettik bu hususta... Bizim geri kalmışlığımız, bizim kusurlarımızdan dolayı müstehak olduğumuz bir durum değil mi?.. Çok net olarak o sebepten dolayı... Yâni, bizim geri kalmışlığımız, hâl-i pürmelâlimiz, bizdeki kusurlardan dolayı müstehak olduğumuz bir durum...

Neden?.. Bizim hasımlarımız, bizden daha prensipli, bizden daha çalışkan, bizden daha dikkatli, bizden daha sözüne sadık... Bizler öyle değiliz. En büyük tehlike bu...[20]


Az önce bahsedilen şahsi dürüstlük konusunda Muhterem Hocamızın değindiği bir başka bakış açısını aktaralım şimdi de. Merhum Es’ad Coşan Rahmetullahi aleyh eskilerin hatır gözetmenin, haklara riayetin bir ifadesi olarak dillendirdiği “hakikatli insan” tabirine son derece uygun bir misaldir. Büyüklerine, hocalarına olan ihtiramı ve saygısı sadece sözlerde kalmamış, onların bıraktığı emanetlere riayeti, yarım işlerini tamamlamaktaki gayreti, ideallerini muhterem kabul edişiyle vefasını göstermiştir. Hocaefendi, yaşayanlara da vefasını göstermiş, kimsenin hakkını ihlal etmemiş, sözleri ve yaşayışıyla hocalık görevini yerine getirmiştir. Binlerce öğrencisine nasıl hocalık ettiğine dair şu misal sadece bir fikir verme mahiyetindedir:

“Şimdi ben burada hepinizden özür diliyorum, açılış konuşmasını yapamadım. Tansiyonum beşe düşmüş. Nefes darlığı geldi, nefes alamadım, konuşamadım. Namazlara vaktinde inemedim. Ama ben aslında dakikalara değil, saniyelere bile dikkat ediyordum daha önceki programlarda... Yâni, beş saniye varsa, beş saniyeyi bekliyordum. Zamanın kıymetini kardeşlerimiz bilsinler diye, prensiplere sadık olunsun diye...” [21]


Muhterem M. Es’ad Coşan Hocamız müslümanın prensip sahibi olmasına ve kendi isteğiyle koymuş olduğu kurallara riayeti dürüstlüğün bir ifadesi kabul ederdi. Herhangi bir zorlama ve denetleme unsurunun söz konusu olmadığı durumda kişinin kendi otokontrolü doğrultusunda hayatını idame ettirmesini ileri bir sorumluluk anlayışı olarak kabul eden Hocaefendi şu örneği nakletmiştir:

“Bizim rahmetli bir belediye müfettişi tanıdığımız vardı, hacı efendi... Allah rahmet eylesin... Ne ciddi adamdı, ne babayiğit adamdı. Ömründe ne kadar hatim indirmişse, bir kenara yazmış; sayısı, hepsi belli... Kaç defa ‘Lâ ilâhe illallah’ demişse tüm ömründe, hepsini bir deftere işlemiş. Kaç defa ‘Allah’ dediyse, kaç defa hatim indirdiyse, kaç defa haccettiyse; hepsi böyle vefatından sonra çıktı ortaya... Mübarek yazmış, böyle yaptım diye...

Kendisi belediyede müfettiş idi, itibarlı bir adamdı yâni... Mesleği de saygın bir meslekti.

O mübarekle bir gün benim bir hatıram oldu. Hocamız yirmibeş, otuz kişilik bir grup müridi ile beraber Ankara'ya geldiler; Hacı Bayram Camii civarında bir otele indiler. Saat beşte hava alanına götürecek otobüs gelecek. Otelin lobisinde oturmuş bekliyoruz. Herkes valizlerini indirmiş aşağıya, otobüse binecekler. Hacca gidecekler Esenboğa Havaalanı'ndan... Harekete 20 dakika kalmış. Bizim müfettiş efendi yok ortalıkta.

Hocamız ne hikmetse sordu:

-Raif Efendi nerde?

Rahmetli oldu, gene bir hacı Abdullah Efendi vardı. O boynunu büktü:

-Efendim! Onun mâlum vazifesi var ya, dedi.

-Ne vazifesi? dedi. Biz anlayalım diye herhalde soruyor kendisi...

Dörtle beş arasında kitap okumayı kendisine vazife tayin etmiş. Kendi kendine söz vermiş, kendi sözüne sadık... Herkes valizini almış aşağıya inmiş, o yukarda odasında; ‘Dörtle beş arasında kitap okuyacağım!’ diye açmış kitabını okuyor. Aşağıya inmedi yâni... Seyahat anında dahi prensibini bozmadı. [22]


Sıdk ve sadakat kavramları ele alınırken, gerçeklik ve haberde doğruluk ilkesi de bu kavramların içinde sayılmıştır. Bu konu hem Resulullah Efendimizin hayatında hem de Kur’an-ı Kerim’de ifade edilmiştir. Muhterem M. Es’ad Coşan Hocaefendi de haberin doğruluğu konusuna büyük ehemmiyet vermişlerdir:

“İletişimdeki malzeme İslâm'da çok önemli… Onun için Müslümanlar, Peygamber Efendimizin sahabesi o kadar üzerine titremişler ki haberin doğru olmasına; ödleri patlamış Peygamber Efendimiz’den bir haber naklederken, acaba bir kelimesini sehven de olsa değiştirirmiyim diye. Doğru bildikleri bir haberi, belki tam nakledemem diye ömürlerinin sonuna kadar tutmuşlar da, bildiği bilgiyi kendisiyle götürüp başkasına öğretmeyen cezaya uğrayacak diye, en son anında söylemişler ama çok sıkı şartlara bağlamışlar. … Sözlerini muhafaza etmişler. Nasihatlerini muhafaza etmişler. Günlük hayatı, özel hayatı, ictimai hayatı, sözleri, hareketleri, tasvibleri, takdirleri, nasihatleri, hepsi gayet güzel bir şekilde tesbit edilmiş. …. Bu iletişim vazifesi, Peygamber Efendimiz'den sonra, âlimlere intikal etmiştir. Herkesin bir mesleği var; mühendis, doktor, ziraatçi vs… Ama bu hizmetin, bu haberi sadıkın, bu doğru sözün, bu doğru inancın, doğru mesajın iletilmesi âlime verilmiş. Çünkü bilerek yapılması lâzım... Cahilin işi değil, cahilin altından kalkacağı yük değil. Onun için âlimler Peygamber Efendimiz'in varisleridir diye, o varis olma şerefiyle anılmışlar; kendilerine o rütbe verilmiş….[23]


Şüphesiz bahsi geçen âlimlerden kasıt Allah dostları ve velilerdir. Âlim için talebesi ne ise mürşid için de müridi o mesabededir, hatta daha ileri ve geniş bir manaya haizdir. Talebeler hocalarının sadaka-i cariyelerdir. Sadaka kelimesi de sıdk kelimesinin geniş anlamı içinde yer alır. Muhterem ve merhum M. Es’ac Coşan rahmetullahi aleyh sadakaya dair sayısız konuşmalar yapmış ve teşviklerde bulunmuştur. Ama içlerinde en manidar olanı ve sadakalar arasında en cari olanı talebe yetiştirmektir. Bu bakış açısı içinde Hocamızın sözlerini aktaralım:

“Sadık ve vefakâr bir mürit olarak yapabileceğimiz en güzel işlerden biri kendimizi mânevî yönden düzene sokmaktır; zikirleri muntazam yapmak, haramlardan ve günahlardan şiddet ve dikkatle kaçınmak; ibadât ve taat, hayrât ve hasenâtımızı halisâne yapmak hem bizzat kendimize fayda verir, hem de kazandığımız sevapların bir misli aynen Hocamız’a gider, onun defterine de yazılır; çünkü bizler o mübarek Hocamız’ın bendeleri, mürit ve talebeleriyiz, âdeta onun sadaka-i câriyesi durumundayız...[24]

“O tevazu sultanı, hüsn-i huluk şâhı, kemâlât timsali, iman ve ahlâkın nadide misali Muhammed-i Mustafâ (sallallahu aleyhi ve âlihî ve sellem) Efendimiz sahih bir hadîs-i şerîfinde;
‘Nefsim elinde olan Rabbime yemin ederim ki, siz beni babanızdan, evladınızdan ve bütün diğer sevdiğiniz insanlardan daha da çok sevmedikçe gerçek mü’min olamazsınız!’ buyurmuştur.

Evet, Peygamberimiz’i ve onun vârisleri olan evliyâullahı sevmek gerektiğinden biz de şeyhimizi çok seviyoruz, hasreti kalbimizi günden güne daha çok yakıyor. Onun aziz hatırasına ne yapsak azdır diye düşünüyoruz. … Hep Allah rızası için Resûlullah Efendimiz’in aşkıyla, evliyâullah hürmetiyle, ümmete hizmet duygusuyla... Ta ki herkes ilmin, irfanın, Şerî’at-ı garrânın, yüce Kur’an’ın, pak tasavvufun, güzel ahlâkın, maddî ve mânevî kemâlâtın değerini, önemini gözden kaçırmasın, gafil ve cahil kalmasın, dünyada ve âhirette meyus ve mahrum olmasın diye...[25]


İslam ümmet dinidir. Onda ferdin öneminden çok toplumun refahı ve huzuru ön plandadır. Yeri geldiğinde kişi ümmet için kendini, canını, rahatını ve varlığını feda eder. Başlangıcından bu yana iyiler hep İslam sancağı altında bir araya gelmiş, birbirlerini desteklemişlerdir. Her türlü güzel ahlak ve niteliğin kolektif hale gelmesi ve getirilmesi çok mühimdir. Her türlü güzelliğin yayılmasında iyilerin, Salihlerin ve sadıkların bir arada bulunması, iyilerle, Salihlerle ve sadıklarla bir arada bulunulması sıkı sıkı tavsiye edilmiş, hatta onların isimlerinin anılması bile feyiz ve bereketin kaynağı sayılmıştır. Dinimizce bu kadar mühim bulunan Salihlerle ve sadıklarla bir arada bulunmak mevzuu üzerinde merhum ve muhterem hocamız M. Es’ad Coşan buyurmuşlardır ki:

“Her yer­de­ki iyi ve dü­rüst­le­ri, var gü­cü­nüz­le des­tek­le­yin, on­la­rın ya­nın­da ve ar­ka­sın­da yer alın. Za­li­me te­bes­süm bi­le gü­nah­tır; kaş ça­tın, hak­kı söy­le­yin, ağır söy­le­yin, na­si­hat edin; ‘Nush ile us­lan­ma­ya­nın hak­kı kö­tek­tir’ bu­nu her­kes bil­sin, aya­ğı­nı denk al­sın, mil­let­ten kork­sun, hi­za­ya gel­sin, ıs­lah ol­sun ve­ya de­fol­sun git­sin! Sah­te­kâr­lar kar­şı­la­rın­da dip­di­ri, uya­nık, hak­kı­nı ye­dir­me­yen, yi­yen­den he­sap so­ran, ye­di­ği­ni ge­ri alan cı­va gi­bi bir mil­let gör­sün­ler![26]

“Millet, kendisini seven; tarihine, köklerine, ülkülerine sadık, hizmete âşık, vefakâr ve fedakâr evlatlarının her türlü olumlu, güzel, mükemmel çalışmasını desteklemeli, bu tür çalışan vakıf ve derneklere üye olmalı, güç kazandırmalı, maddî, mânevî kaynak sağlamalıdır; fitneci ve fesatçı, yalancı ve aldatıcı, hilekâr ve sahtekâr kişi ve kuruluşlara hiç yüz vermemelidir.[27]


Sıdk; samimiyet, doğruluk ve dürüstlük genel anlamları ile tarif edilir. Samimiyet, doğruluk ve dürüstlük, içtenlik ve riyasızlık demektir. Kul arzu etse de kendisini Yaratana karşı riya, gösteriş veya aldatma içinde olamaz. Zira Âlemlerin Rabbi olan Allah’a gizli olan herhangi bir şeyin varlığı mevzubahis değildir. Böyle bir durumda kul sade kendini kandırmış olacaktır. Rabbiyle arasında dürüst bir bağlantı kurmayı başarmış, kendini kandırmaktan uzaklaşmış bir kimse için Allah Teâlâ’nın ikramları vardır. Hocamız M. Es’ad Coşan bundan şöyle bahseder:

“Bir insan aşk ile, yâni severek, sevgiyle... Sıdk ile, yâni doğrulukla, samîmî olarak, gerçekten, yapmacık değil, gösteriş değil... Bir insan aşk ile, sıdk ile doğru yola girerse, tam sağlam bir tevbe ile tevbe ederse, Allah geçmiş günahlarını siler. Hadisler var bu hususta, Peygamber Efendimiz'in bildirdiği müjdeler var. İnsan doğru yola girmek için tam bir karar verirse, hayatında tam bir dönüşle dönerse, iyi insan olursa geçmiş günahlarını siler Allah.[28]


Değerli dinleyenler, bu program boyunca, sıdk, sadakat, doğruluk üzerinde Muhterem Merhum M. Es’ad Coşan Rahmetullahi aleyhin sözlerine değinmeye gayret ettik. Hep sadıklardan ve onların özelliklerinden söz ettik. Peki, doğru, dürüst ve sadık olmayanlara karşı Müslümanların tavrı ne olmalıdır? Esad Coşan Hocamızın şu veciz uyarısıyla bahsimizi nihayete erdirelim:

“Et­ra­fı­nız­da dö­nen do­lap­la­rı far­ke­di­niz; ya­la­na, göz bo­ya­ma­cı­lı­ğa ka­pıl­ma­yı­nız; ya­lan­cı­ya, men­fa­at­çi­ye, fır­sat­çı­ya, ve­fa­sı­za, sah­te­kâ­ra, hi­le­kâ­ra, mek­kâ­ra alet ve des­tek ol­ma­yı­nız! Doğ­ru­dan, doğ­ru­luk­tan, hak­tan, ada­let­ten, sıdk ve sa­da­kat­ten ay­rıl­ma­yı­nız; .. sa­dık­lar­la be­ra­ber olu­nuz![29]


Merhum ve muhterem M. Es’ad Coşan rahmetullahi aleyh sıdk ile ömür süren, aşk ile hizmet eden, azim ile çalışan, vefa ile muamele eden, hakikat aşığı, hakkaniyet müdafii, güzide bir mü’min, ilmiyle âmil bir mürşid-i kâmil! Âlemden müstağni geçirdiği ömrü, her dem hakikati söylemek ve yaşamak ile geçerken, ne kullardan ne de sultanlardan hazer etmişti. Şairin dediği gibi alnı açık ve yüzü ak yaşadı:

Âşık-ı sâdık olanlar kimseden etmez hazer
Çünki kalbi sâfîdir alnı açık hem yüzü ağ [30]


Allah Teâlâ, kendilerine rahmetiyle ikram kılarak âlimler, fazıllar, salihler ve sadıklar arasında isimlerinin anılmasını takdir buyurmuş... Ömr-ü azizinde kendisiyle aynı meclisi paylaşan, irtihallerinden sonra da sohbetleriyle can bulanlar, salihlerle birlikte olan ve onları ananlar zümresinden olmayı temenni ederler. Ne iftihar vesiledir o zat-ı muhteşem ki:

Hezâr gıpta o devr-i kadîm efendisine
Ne kendi kimseye benzer ne kimse kendisine[31]


Derleyen: Serpil Özcan
AKRA FM



[1] Başmakaleler1 -  Sayfa 206

[2] Başmakaleler1 -  Sayfa 105

[3] Başmakaleler1 -  Sayfa 148-149

[4] Başmakaleler1 -  Sayfa 177

[5] 25. 12. 1995 – Warrnambool-Avustralya sohbeti

[6] 31. 3. 1995 – AKRA FM sohbeti

[7] 26. 7. 1995 – Rochester-ABD sohbeti

[8] 26. 7. 1995 – Rochester-ABD sohbeti

[9] Başmakaleler 1 - Sayfa 148-149

[10] 16. 4. 1988 - Coburg Camii sohbeti

[11] Başmakaleler 1 - Sayfa 21

[12] Başmakaleler 1 - Sayfa 115

[13] Başmakaleler 1 - Sayfa 129

[14] Başmakaleler 1 - Sayfa 119

[15] Başmakaleler 1 - Sayfa 113

[16] 12. 1. 1997 İskenderpaşa sohbeti

[17] 12. 1. 1997 İskenderpaşa sohbeti

[18] 26. 7. 1995 - Rochester / ABD

[19] 21 Ocak 1993 - Bilkent / Ankara

[20] 31 Temmuz 1994 – Bursa sohbeti

[21] 31 Temmuz 1994 – Bursa sohbeti

[22] 1. 4. 1988 - Coburg Camii sohbeti

[23] 25 Eylül 1992 Ankara sohbeti

[24] Başmakaleler 1 - Sayfa 210

[25] Başmakaleler 2 - Sayfa 213

[26] Başmakaleler 1 - Sayfa 165

[27] Başmakaleler 2 - Sayfa 273

[28] Eylül, 1997 - Newcastle / İngiltere

[29] Başmakaleler 1 - Sayfa 115

[30] Mevlana Celaleddin Rumî

[31] Yahya Kemâl